Hakikat Ötesi Kamusal Alanda Veri Gazeteciliği Ne Yapabilir?

Yalan söylemek bir kez toplumun uç kesimlerine dayanmışsa, artık bariz bir şekilde kamusal söylemin bir parçası haline gelmiş demektir. Bu hakikat-ötesi kamusal alanda veri gazeteciliği, hakikatin gereken değerini bulması için öncülük edebilir. Ya da sadece hakikatle ilgilenen okuyucular için küçük bir teknik servis bölümü olarak kalabilir. Bu makale veri gazeteciliğinin ne yapıp ne yapamayacağının çok önemli olmadığını; çünkü var olan bu bulaşıcı yalan hastalığının kaynağının gazetecilikte değil, akademi camiasında bulunacağını savunuyor.

Hakikat-ötesi (Post-truth) kamusal alan

Sonrasında Adalet Bakanı olan Michael Gove, Brexit Kampanyası’nın yalanlarından birini doğrulaması istendiğinde şöyle demiştir: Bu ülkenin insanları “daha iyisini bildiğini söyleyen” yeterince uzmana, kuruma ve benzerine sahip. Yalanın kendisi hakkında bir yorumda bulunmamıştı. Politik kampanyalarda yalan söyleyen sadece o değildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlık seçimlerindeki adayı Donald Trump, nadiren doğruyu söylüyor. Doğrulama sitesi Politifact’in bulgularına göre Trump’ın her 20 beyanından sadece 3’ü doğruyken, Obama’nın her iki söylediğinden bir tanesi doğruydu. Rusya’da Vladimir Putin’in kullandığı yalanlar ve yaptığı bilgi kirliliği o kadar fazla ki bazı gözlemciler onun politikasına “savaştaki hakikat” diyor. Bu yalanlar birkaç politikacının tek başlarına yaratması değil. Bu yalanlar, sanki çok sağlam birer demeçlermiş gibi medya kuruluşlarının tekrarladığı yankılara dönüşen geniş bir çerçevenin parçası. Bu çerçevede onlarla tartışan diğer politikacılar da var. (Gazetecilerin rolüne de daha sonra geleceğim.)

Yalan söylemek ezelden beri halkla ilişkilerin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Irak Savaşı bir yalan üzerine başlatıldı, ve ondan öncede Vietnam Savaşı. Yunan hükumeti Euro’ya geçebilmek için kamusal hesapları hakkında yalan söylemişti ve Fransızlar da Ruanda soykırımına dahil olmaları konusunda yalan söylemişlerdi. Yalan söylemek demeç veren için o kadar önemli ki Niccolo Machiavelli 1513 yılında yazdığı ünlü bilimsel eserinde bu konu için koca bir bölüm ayırmıştı. (18.bölüm)

Yalan söylemek yeni değil. Yeni olan yalanların algısı. Machiavell yalan söylemek bir gerekliliktir diye yazarken, aynı zamanda Prens’in doğru söylediği izlenimini koruması gerektiğini de yazıyordu. Ona göre, “yalan söylemek öyle bir yolla yapılmalı ki hiç kimse bunun farkında olmamalı ya da farkına varılsa bile acilen üretilebilecek özürler elde olmalı.” Doğruluk böylece olumlu bir değerde görülür. 1976’da bile Jimmy Carter doğruluğun adayı olarak görünebilmek için büyük emek vermişti. Parlatarak tekrar ettiği ana sloganı: Ben hiçbir zaman yalan söylemeyeceğim, ben hiçbir zaman yanlış yönlendiren bir demeçte bulunmayacağım.” Tabii ki sonrasında yalan söyledi, ama en azından seçildi.

2010’un yeniliği hakikatler için kamusal figürlerin küçümsenmesi oldu. Micheal Gove’un yukarıda söz ettiği, Machiavelli’nin önerdiği gibi ivedilikle bir özür üretmeden ama doğru söyleyen insanları aşağılayarak yalanı doğrulamaktı. Doğru sadece önemsiz olarak nitelendirilmiyor, açıkça “diğerleri” tarafından savunulan ve istenilmeyen bir değer olarak görülüyor. Fransa’nın Başbakanı Manuel Valls, “terörizmi açıklamak onu mazur görmektir” derken Gove’un bakış açısını paylaşıyordu. Valls açıkça, hakikatı bulmanın, önyargının ötesine gitmeye çalışmanın hoş karşılanmayacağını söylemişti.

Aynı zamanda doğruyu söylemeyi reddeden politikacılar, bir dizi yalanla karşı koymuyorlar. Bunun yerine herhangi bir demecin; iyi araştırılmış bir raporun ya da bir cahilin tepkisinin eşit değerde olduğu fikrini savunurlar. Bu en çok Brexit örneğinde apaçıktı, Brexit savunucuları yalan söylemiş olduklarını zaferi kazandıktan sonra kolaylıkla itiraf etmişlerdi. Pekçok rejim, Putin’in önderliğindeki Ruysa ve Türkiye’nin Erdoğan’ı yalan ve doğru kavramlarının ikinci plana atıldığı bir düzeni tamamıyla yönetiyorlar.

İşte kamusal alanın bu (post-truth) hakikat-ötesini; kamusal söylemde kullanılan yalanlardan çok,

doğruyu aramanın istenilmeyen bir niteliğe dönüşmesi, bu değer değişimi oluşturuyor.

Veri gazeteciliği ne yapabilir?

Böyle bir ortamda veri gazeteciliği ne yapabilir? Veri gazeteciliği, ne de olsa olayları anlamlandırmak için tamamen verileri kullanma üzerine kurulu. Belli bir vadede sosyal bilim araçlarını kullanmak üzerine kurulu. Olayların yersiz olduğu bir dünyayla çevrili olsa veri güdümlü gazeteciliğin ne amacı olabilir ki?

Son çıkan şaşırtıcı veri gazeteciliği projeleri değerlendirilirse, bu soruyu sormak absürd görünebilir. Panama Belgeleri, ve ondan önce Offshore Sızıntıları, İsviçre Sızıntıları ve Cablegate gösteriyor ki veri gazeteciliği dünya çapında hem kurumlar hem de kamuyla etkili olabilir. İzlanda’nın Başbakanı Sigmundur Davíð, Panama Belgeleri sonucunda geri adım atmıştı. Hatta İspanya Sanayii Bakanı José Manuel Soria ve pek çokları da. Bu araştırmanın ardındaki veri gazetecileri, olgusal gerçekleri aydınlığa çıkararak, çoğu tek başına yönetimlere karşı denk bir güç rolünü almışlardır.

Tabii ki Panama Belgeleri tek seferde sızdığı için veri gazeteciliğinin günlük rutinini yansıtmamaktadır. Kısmen veri gazeteciliği tanımı üzerinde bir fikir birliğinde olmayan akademi camiası nedeniyle veri gazeteciliğinin etkileri üzerine çalışmalar yürütülmezken; veri gazeteciliği ile ilgili olan olayları doğrulama da keşfedilmiş oldu. Olay doğrulama operasyonları üzerine en az 6 deneysel çalışma (hepsi ABD’de) yürütüldü. Çalışmalar gösterdi ki olay doğrulama, okuyucularıyla popüler olmada, olgusal doğrulara ikna etmede ve savları kontrol edilen kişileri etkilemede açıkça olumlu bir gücü var.

Araştırmacıların ortaya koyduğu sonuca göre, okuyucuların tecrübelerinde olay doğrulama, politik görüş ve eğitimi ne olursa olsun, toplumdaki tüm gruplar arasında etkili ve takdir ediliyor. (gerçi olay doğrulama en çok demokratlar ve daha eğitimli katılımcılar tarafından daha iyi çalışıyor.) Başka bir araştırma da gösterdi ki, kendi demeçlerinin doğruluklarının kontrol edildiği söylenilen politikacılar diğerlerine oranla daha az yalan söylüyorlar.

Veri gazeteciliğinin araçları doğru olmayanları yaymada da kullanılabilir. Verisel noktalar olay değildir; bunlar sadece olaylardan üretilmiş elementlerdir. Bazıları veriyi yalanlarını öne çıkarmak için kullanabilir. Bunu yapabildiklerinde de yalanlarının inanırlılığı artar. Bir araştırmaya göre, grafik içeren makaleler, içermeyenlere göre daha inandırıcı olarak algılanıyor; hatta grafikler tamamen alakasız olsa bile durum değişmiyor. Başka bir çalışma, yanıltıcı veri görsellerinin gücüne baktığında, okuyucuların algısını çokça etkilediğini bulmuş. Veri gazeteciliğinin araçları doğrular için kullanabildiği gibi yalanları yaratmakta ve çoğaltmakta da kullanılabilir.

Hakikat niş bir pazardır

Önceki paragraflarda veri gazeteciliğinin bir teknik olarak olgusal doğrular üretebileceğini ve bunların hem okurlar hem de kurumlar arasında bir etkisi olabileceğini; hatta veri gazeteciliği araçlarının hakikate karşı da kullanılabileceğini gösterdim. O zaman neden yayıncılar yığınla veri gazeteciliğine yatırım yapıp habercilik operasyonlarında etki ve inanırlılıklarını arttırmıyorlar? Basitçe yayıncıların rolünün doğruyu servis etmek olmadığından.

Avrupa’daki gazeteci dernekleri hakikat arayışını önceliklerimin başına koyarlar. Munih Deklarasyonu’nun (Avrupa’daki gazetecilik etiğinin köşe taşı) ilk maddesi der ki; gazeteci hakikate ne olursa olsun saygı duyar. Bununla birlikte hiçbir kurum Munih Deklarasyonu’nun prensiplerini zorla kabul ettirmekle görevli değildir. Gazetecilik kendi kendini düzenleyen (öz düzenleme) bir endüstridir ve bankacılık sektöründen bildiğimiz gibi; öz düzenlemenin anlamı bir düzenlemenin olmadığıdır.

Yayıncılar ve onlarla birlikte pek çok gazeteci hakikati servis etmek için çalışmazlar. Üç muhtemel ve müstesna olmayan amaca bakarlar: bir bağışçının (bir kamusal kurum, özel bir şahıs veya bir oligark olabilir) çıkarlarını, reklamcılara ilgili satışı ya da müşterilere içerik satışını yerine getirirler. Bu amaçlardan hiçbirinde ürünün olgusal doğrulara ihtiyaç duyulmaz. Bu üç amaca daha yakından bakalım.

Bir bağışçının çıkarlarına hizmet etmek. Avrupa’daki pekçok medya kuruluşu oligarklar ya da devlet organizasyonları tarafından finanse edilirler. Gazeteciler için buralarda çalışmak, bağışçılarını rahatsız eden doğruları üretmek kariyerleri için ölümcül olabilir. Oligark finanslı haber merkezlerinde sansür örnekleri yönünden zengindir. Fransa’daki Lagardère Group düzenli olarak kendi markalarını sansürler. 18. İtalya’daki Mediaset, Birleşik Krallık’taki News Corp ve devlet merkezli Macar medyası ve diğerleri doğrudan sansür durumuna bağlıdırlar. Söylemeye gerek yok, otosansür, böyle durumlarda ki en önemli etkendir. Oligark sponsorlu haber merkezlerinde otosansür; her gazetecinin aklındadır ve ürettiği her olgusal doğrunun kösteğidir. (Yine de önüne geçilmez: Panama Belgeleri’ni yayınlayan medya kuruluşlarının arasında oligark finanslı olanlar da vardı örneğin:)

Reklamcılara ilgi satmakAvrupa’daki hemen her haber kuruluşu reklamdan birtakım gelir elde eder ve çok azı bunun dışında bir iş yapar. Onlar için müşterilerinin memnuniyeti olgusal doğruların üretiminden önce gelebilir. Birleşik Krallık’taki Daily Telegraph Gazetesi; müşterisi HSBC’nin hakkında sızan İsviçre Belgeleri’nde yer alan haberleri kendilerinden öldürmesini istediğinde bunu yapmaktan çekinmemişti. Daha da önemlisi, reklamcılara ilgi satan pekçok medya kuruluşu, daha çok okuyucu kazanmak için sahte haber üretmekten çekinmiyor. Yine Birleşik Krallık’taki Daily Mail Gazetesi yalanlar yayınlama da büyük işler yapıyor.

Okuyuculara içerik satmak. Çok az haber kuruluşu okuyucularına sattığı içeriklerle hayatta kalabiliyor. Bazı haber merkezleri ile reklamcılarının ilişkileri de bundan farklı değil; onlar da müşterilerini memnun etmek durumunda. Mesela, Fransa’nın en iyi 15 haber dergisinden ve en hızlı büyüyenlerinden biri olan Valeurs Actuelles, düzenli olarak okuyucularının bakış açısına uyan yalanlar yayınlıyor.

Haber kuruluşlarının iş modellerinden hiçbiri, olgusal doğruluğu yapımlarının en başına koymuyor ve gazeteciler olgusal doğruluğu, Münih Deklarasyonu’nundaki görevler listelerinin en tepesine koysalar bile bunu uygulamak için adım atmıyorlar.

Olgusal doğru çok koca bir marketin sadece küçük bir bölümü. Haber kuruluşları olgusal doğrularla sadece kendi bağışçıları, reklam verenleri veya okuyucuları ilgilendiği sürece ilgileniyor. Yukarıda da yazdığım gibi olumlu bir değer olarak doğruluğun görünümü küçülüyor. Bu yüzden, haber kuruluşlarının doğruyu üreterek sunması azalıyor ve doğruluk güdümlü organizasyonlar niş operasysonlar haline geliyor. Fransa’da bir araştırma kuruluşu olan Mediapart, çok saygıdeğer 118,000 ödemeli abonesi ile övünse de yine de hala Valeurs Actuelles’den az.

Veri gazeteciliği bu niş pazara hizmet edebilir ve bunu çok da iyi yapar. Pekçok küçük kuruluş veri gazeteciliğini yoğun olarak kullanmak için kuruldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Vox, FiveThirtyEight ya da Quartz sadece birkaç örnek. Yine de, hiçbiri doğruyu olumlu bir değer olarak zaten nitelendirmeyen bir kitleye yazılarını pazarlamak için saldırmadı.

Her durumda, hakikatin kendisi dünyanın problemleri için az şey ifade eder. “Doğruluk ve Politika”da Hannah Arendt’in yazdığı gibi, doğruculuk dünyanın değişmesine sebep olmadı ve olamaz. İnsanlar konseptlerle, hikayelerle ve duygularla ilgilenir. Olgusal doğru politik tartışmaların da merkezi değildir. Medya kuruluşları ve gazeteciler olgusal doğruların kurulmasına yardım eden elementleri sağlayabilir ama doğruyu kurmak onların görevi ya da rolü değildir.

Problem akademidedir

Arendt “Doğruluk ve Politika” adlı makalesini olgusal doğruluğu yaratmada ve korumada akademinin oynadığı rolün üzerinde durarak bitirir. Akademiyi, hükumetlerin bile bulaşmaması gerektiğini bildiği bir doğruluk refüjü olarak görür. Çünkü üniversitelere köstek olmak, teknik ilerlemenin oranını düşürmek anlamına gelecektir. Daha önemlisi, akademik camia doğruyu bilimsel yöntemleri kullanarak üretir, tanıklara ya da gazetecilik olaylarında kullanılan belgelere dayanmayan olgularla ama üzerine tekrar üretilebilir methodolojilerle sağlamasını yapar. Bilirkişilik alıştırmaları, mantık ve verinin doğruluğunun sağlamasını yapar.

Arendt’in zamanında kıymetli olan akademi, şimdi politik müdahalelerin ağırlığı, fon eksikliği, aksak yayıncılık ve yozlaşma altında ufalanıyor.

Politik müdahale. Akademinin endüstrinin çıkarları olan konularda çalıştığından emin olmak, hükumetlerin biliminsanlarına kayıtsız şartsız verdiği fonları durdurmaması için önemli. Bunun yerine, 1990’ların sonundan başlayarak, spesifik konularda biliminsanlarına eğer fonlama istiyorlarsa, başvurmak durumunda oldukları ihaleler kurdular. Avrupa Birliği’nin çerçeve programından (FP7, Horizon 2020), Fransız Agence Nationale de la Recherche ya da Alman Deutsche Forschungsgemeinschaft’a kadar; Avrupa’daki bütün büyük fonlama sistemleri bu şekilde çalışıyor. Bu sürecin mantiken neticesi de biliminsanlarının politikacılar tarafından tasarlanan akımları takip etmek zorunda kalması oluyor. Verilen bir konuda uzmanlaşmış bir biliminsanı eğer kendi uygulamasına bir fonlama almak istiyorsa ilgi alanının bir bölümünü ya da tamamını değiştirmek zorunda kalabilir. Araştırmacılar bir olgusal doğruyu kurmak için onlarca yıl çalışabilir. Mevcut fonlama süreci, pekçok ihtisas alanındaki araştırmaların sığ kalmasına neden oluyor.

Fonların eksikliği. Gittikçe küçülen devlet kaynaklarıyla yüksek eğitimin kitleselleşmesinin biraraya gelmesi, üniversiteleri savunulamaz finansal durumlara getirdi. Bazıları ufaldı. Universités en Ruine’de Fransızlar Tumblr’ı kursalar bile, bu gelişimi dokümante etmek için de ufaldı. Daha genel olarak, fon eksiklikleri insanları hırsla, istisnai yeteneklerle ya da basitçe düzgün bir ücrete ihtiyaç duyanları araştırma ve akademik camiadan uzağa itiyor, araştırma alanında bir kariyerin cazibesi bu kısır döngü içinde azalmaya devam ediyor.

Yayınlama süreci. Daha düşük ücrete sahip olan dijital yayıncılık sayesinde binlerce yeni akademik yazı çıkıyor. Pek çoğu kalitesine bakmaksızın her makaleyi ödeme karşılığında kabul ediyor. Daha çok ücret biriktirmek için daha çok içerik yayınlama akımı yeni başlamış akademik dergilere sınırlandırılmamış durumda. Saygın dergilerin dahi gözetimsiz, bariz bir şekilde abuk sabuk yazılmış makaleleri kabul ettiği oluyor. Akademik dergilerin inanılırlığını kullanarak yalanlar yaymak çok kolay. Sonuçlar kontrol edildiğinde bile, veri taramadaki P değerine aşırı güven, yazarlar için istatistiksel olarak belirgin sonuçlarla gelebileceklerini garantiler. John Bohannon, bilim alanında yazan bir gazeteci, bu durumu 2015 yılında “çikolata diyeti” adlı başlığındaki kurgusal yazısında gösterdi. Akademik yayınların problemleri yıllardır bilinmekte. Bunu inkar ederek, akademi camiası kendi kemikleşmiş enformasyonu da kullanamaz hale getiriyor.

Yolsuzluk. Sigara endüstrisinin bir parçası olarak 1998’de Tobacco Master Settlement Agreement tarafından yayımlanan belgeler gösterdi ki, tütün firmaları biliminsanları düzenli olarak doğrudan ya da dolaylı olarak, onların araştırmalarını etkilemek için para ödüyorlar. Yeni yayınlanan belgeler, gösterdi ki şeker endüstrisi şişmanlıktan obeziteye neden olan skaladaki çalışmalarla aynı yerde. Akademik camiadaki yolsuzlukları ölçmesi zaten zorken, kendi araştırması için üzerine çalıştığı endüstriden para alan tek bir akademik çalışmaya da rastlamadım. Dahası dünyada hemen her üniversite endüstriden gelen fonları, çıkar çatışması ortada olsa bile seve seve kabul ediyor.

Hiç abartısız akademi doğruluk için refüj olma statüsünü çoktan kaybetti. Pekçok krizde başarısız olarak, varlık sebebi olan ana görevininden elini çekerek akademi, geçersiz kılabilecekken hakikat ötesi kamusal alanın yolunu açmış oldu.

Şüphesiz veri gazetecileri, akademik makaleler gibi görünen methodolojiler yayınlamaya başladı. New York’daki kar amacı gütmeyen veri gazeteciliği üzerine uzmanlaşan kurumlardan ProPublica, 2015’te Amerika Birleşik Devletleri’nde her ameliyatın kaydının nasıl araştırıldığının detaylarını yayınladı. Bu belge hakemli bir dergide değildi ve biliminsanları değil, gazeteciler tarafından yazılmıştı. Mesaj açık: Veri gazetecileri, üniversite çatısı altında üretilen bir makale kadar iyi bir belge üretebilir.

Bu tür projeler, olgusal doğruların üretiminin bulunduğu ekosistemin arızalarını gidermek adına önemli teşebbüsler. Ama onların potansiyellerine aldanmayalım. Çok çok birkaç yüz veri gazetecisi Avrupa’da yüzbinlerce akademisyeni karşısına alıp bu türden bir çalışmaya imza atabilir. Veri gazeteciliği insanların doğru ile olan ilişkisi kadar bir etkisi olmayacağının nedeni, çok spesifik bir alanda faaliyet göstermesindendir. Veri gazetecilerini eğitmek zor ve yılda sadece birkaç düzinesi mezun oluyor. Eğer gazetecilik bir gün birilerinin ihtiyaçlarını karşılamayı bırakırsa, akademi de kendisini düzeltecektir. O zamana kadar, etkisi küçük kalacaktır.


Bu yazı, veriye dayalı gazetecilik yapan Journalism++’ın kurucusu Nicolas Kayser-Bril’in yazdığı “Data-driven journalism in the post-truth public sphere” adlı yazının çevirisidir. Orijinal hali, 24 Eylül 2016’da Atina — Yunanistan’daki Retreat Conference için yazılmıştır.

Çeviri: Dilara Elitaş / Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya YL Öğrencisi

Originally published at www.voyd.org.tr.